Kadim öğretilerden, modern felsefeye dek varoluşun niteliği üzerine kafa yoran hemen hemen tüm düşünce akımlarında beden ve zihin arasındaki ilişkinin boyutları büyük yer kaplıyordu. Birbirinden ayrı mı yoksa tek bir bütün olarak mı ele alınması gerekliliği üzerine ortaya atılan teoriler, savlar etrafında genişleyen çembere, psikoloji biliminin de dahil olmasıyla yepyeni katmanlar eklendi. Nitekim zihinsel ve ruhsal etkenlerin, fizyolojik rahatsızlıkların gelişiminde, ilerlemesinde ve tedavisindeki yeri günümüzde Psikosomatik başlığıyla özetleniyor. Terim güncel olsa da başta Doğu öğretileri olmak üzere yüzyıllar boyu süregelen aktarımlar, fikri tartışmalar ve kültürel etkileşimlerin nihai bir paydada buluştuğunu söyleyebiliriz.
Psikosomatik sözcüğü; vücut anlamına gelen “soma” ile ruh anlamındaki “psike” kelimelerinin birleşmesinden oluşuyor. Psikosomatik ise bedensel rahatsızlıkların, duygusal/mental kaynağına işaret eden üst başlığı tanımlıyor. Bu sınıflandırma bizi; migren, alerjiler, diyabet, tansiyon ve cilt problemleri, bağırsak sorunları, kas-eklem ağrıları, görme bozuklukları, hormonal dengesizlikler, astım, hatta kansere kadar uzanan fizyolojik rahatsızlıkların kökenine güncel bir perspektiften bakmaya davet ediyor. Stres, kaygı, korku, öfke, travma sonrası bozukluk vb. duygu durumlarının bedenselleştirilmesini tanımlayan Psikosomatik yaklaşımın çıkış noktasında ise beden-zihin birliği üzerine tartışmalar yatıyor.
İnsan yaşama dair en temel varoluş sorunsalı etrafında Psikoloji, Tıp ve Felsefe disiplinlerini bir araya getiren Psikosomatik görüşün geçmişindeki düşünce sistemlerine baktığımızda Platon’dan başlayan düalistik bakış açısına kadar gidebiliriz. Devamında Aristo tarafından güçlendirilen ve Descartes ile pik noktasına ulaşan Düalizm’e göre beden ve zihin tamamen birbirinden ayrı iki unsur olarak varlığı oluşturur. Mental işlevler ile fiziksel işlevlerin birbirinden bağımsız çalıştığı ve beden-zihnin arasında ayrım olduğu fikrini savunan düalist görüş, bilinç düzeyindeki etkinliklerinin kaynağı ya da sonucu niteliğindeki fiziksel tepkimeleri reddeder. Zihin, bedenden tamamen ayrı bir ruhsal özdür. Bu ikilikçi görüş, günümüzde her ne kadar yaygın bir kabule temas etmese de ardından gelen Monist düşünce ile katı pozitivizmin inşa ettiği altyapının gücünü yadsıyamayız. Her tez anti-teziyle güçlenir, yaşar. Düalizm’e karşıt olarak sunulan Monizm ise bedensel indirgemecilik yaklaşımıyla beden-zihin problematiğinde yeni bir katman sunar. Zihin ve bedeni birbirinden ayırmadan, tek bir madde hâli üzerinden varoluşu tanımlayan görüş ise bütüncül sağlık durumuna ilişkin duygusal ve bilinçdışı süreçleri tamamıyle göz ardı etmeye yatkındır. Pozitivizmin ve tıbbın toplumsal hâkimiyetinin zirveye ulaştığı bu dönemde, nesnel ve indirgemeci tanımlar etrafında tasarlanan hastalık sınıflandırmaları ve tedavi yöntemleri ön plana çıkmıştır. Fakat psikoloji biliminin ilerlemesi ve psikanalizin genel sağlığın bir parçasını tedavi etmeye dair bir yöntem olarak kabul görmesini takip eden süreçte, katı pozitivizm parlaklığını kaybetmiş ve daha bütüncül bir bakış açısına yer açılabilmiştir. İşlevsel Düalizm, tam da iki karşıt görüşün sentezi şeklinde psikosomatik yaklaşımın temelini atmıştır. Sosyal, duygusal ilişkisellik hâlinin bedensel yansımalarını göz önünde bulunduran bu düşünceye göre; beden ve zihin tek bir oluşumun niteliksel açıdan farklı boyutlarını temsil eder. Sıradışı fikirleriyle çığır açan düşünür Spinoza’nın da tohumlarını atmış olduğu İşlevsel Düalizm, fizyolojik rahatsızlıkların kaynağını araştırmada, iyileştirmede ve önlemede psikoloji temelli güncel pratiklerin güçlenmesine olanak tanımıştır. Spinoza’nın deyimiyle; “Duygu derken, bedenin etki gücünü artıran veya azaltan, destekleyen veya köstekleyen, bedenin farklı durumlarını ve bu durumlara dair fikirleri kastediyorum. Zihnin eylem gücünü artıran, azaltan, sınırlandıran veya genişleten her şey, bedenin eylem gücünü de artırır, azaltır, sınırlar veya genişletir.”
Psikosomatiğin gelişimine alan yaratan yeni ilişkisel yaklaşıma göre insanı çevreleyen duygusal, maddesel bileşenlerden bağımsız ele almak mümkün değildir. Bireyin genel sağlık durumunda belirleyici rol üstlenen unsurlar arasında duygusal stres, mental kondisyon ve ruhsal deneyimler mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Günümüzde bu yaklaşımın savunucularından Dr. Gabor Maté; “Vücudunuz Hayır Diyorsa” başlıklı kitabında, hormonal dengeyi inşa etme sürecinde sinir sistemi ve psikolojik yanıtların etkisini tüm detaylarıyla açıklıyor. Son yıllarda üzerine sıkça konuşulan Psikosomatik görüş; bedenin ve zihnin bütünlüklü yapısından hareketle, genel sağlıklılık hâlini mental durumla ilişkilendiriyor.
Hastalığı ya da iyileşmeyi fizyolojik kaynaklı, tek taraflı bir maruz kalma tecrübesi olmanın ötesinde değerlendirerek yenilikçi tedavi ve teşhis protokollerinin gelişimine yer açan Psikosomatiğin; Budizm, Şamanizm, Çin Tıbbı gibi doğu öğretilerinin vurguladığı beden-zihin paralleliğini desteklediğini söyleyebiliriz. Bu doğrultuda, bedende tecrübe edilen her şeyin zihinsel, duygusal boyutu ve kimi zaman kaynağı olduğu düşüncesi, 21. yüzyılda bizi, kadim şifa yöntemlerini yeniden değerlendirmeye teşvik etmiştir. Beden ve zihnin ortak çalışma prensibinden beslenen yoga, meditasyon uygulamaları, farkındalık çalışmaları, hareket/beden temelli travma terapisi bugün, psikosomatik bakış açısıyla kol kola ilerliyor. Duygusal stres ve sinir sistemine dair öz-regülasyon bozukluklarının vücutta cisimleşmesine(somatizasyon) yönelik modern tıbbı destekleyici psikosomatik teknikler, bireyi biyolojik bir organizma olmanın ötesinde ele almanın önemini her geçen gün kanıtlıyor. Öz-farkındalık ve bütüncül sağlığımızı korumanın yolunu; zihinden bedene, bedenden zihne akan veriler ışığında aydınlatmak iyi yaşamanın formülü desek yanılmayız. Duygu dünyamızla, sosyal etkileşimlerimizle, zihinsel doğamızla, insan olmanın tüm katmanlarını bedenimizde deneyimleyebilmeyi bir zaaf değil, kazanım olarak görmeye odaklanmak bu yoldaki en büyük desteğimiz olmaya aday.