Seda Gülbaş
Ağrı, pek çok kişi tarafından deneyimlenen, fakat tanımlanması oldukça zor olan bir histir.
Uluslararası Ağrı Araştırmaları tarafından yapılan tanıma göre ağrı; “var olan veya olası doku hasarına eşlik eden veya bu hasar ile tanımlanabilen, hoşa gitmeyen duysal ve duygusal deneyim” olarak tanımlanmaktadır. Ağrının tanımının fizyoterapistler tarafından güncellenmesi, ağrı tedavisinin anahtar noktasıdır. Ağrıyı biyopsikososyal model üzerinden tanımlamak daha doğru bir yaklaşımdır.
Biyopsikososyal model, biyolojik faktörlerden daha çok hastanın hissettiği ağrı üzerinde önemli bir rolü olduğu düşünülen psikolojik (düşünceler, duygular, davranışlar) ve sosyal (çalışma, kültür ve dini) faktörleri içerir. Gerçek biyopsikososyal model, sinir sisteminde yaralanma sürecinin nasıl olduğunu, hastalığı, ağrıyı, tehdit algısını ve duygusal durumları anlamayı gerektirmektedir.
Literatürde yer alan ağrı tanımlamalarında doku hasarının üzerinde durulmasına rağmen, klinikte karşımıza çıkan farklı durumlar vardır. Bazen ağrılı olan dokunun altında hissedilen ağrı ile ilişkili bir doku hasarı olmazken, bazen de patoloji olan dokuda ağrı hissedilmemektedir.
Fonksiyonel beyin taramalarının kullanıldığı pek çok çalışmada ağrı esnasında pek çok farklı beyin alanının aktif olduğu gözlenmiş ve aktifleşen alanlar açısından kişiler arasında farklılık olduğu belirtilmiştir. Ağrılı bir durumda beyinde aktifleşen bu alanlar ağrı nöromatriksi olarak tanımlanırlar.
Yapılan çalışmalarda ağrı nöromatriksinin amygdala, primer somatosensör korteks, primer motor korteks, hipokampüs, anterior singulat korteks, hipotalamus, talamus, prefrontal korteksi içerdiği gözlenmiştir. Ağrı esnasında beyindeki farklı alanların aktive olması kronik ağrının karmaşıklığını ve kişiye özel bir durum olduğunu açıklamaya yardımcıdır.
Ağrı nöromatriksi kronik ağrılı hastayı tedavi eden fizyoterapist için klinik açıdan önemli olabilecek iki konuyu gün yüzüne çıkarmaktadır. Birincisi, ağrı deneyimi esnasında beyinde motor fonksiyonlardan sorumlu bölgenin (ör. transversus abdominus kasının motor kontrolünü sağlayan alan) aktive edilmesiyle motor kontrolün etkilenebileceği düşüncesidir. İkincisi ise her bir bireyin ağrı haritasının farklı olduğu gerçeğidir. Bu bilgiler hastalara uygulanan klinik tedavinin ve eğitimin bireye özel olması gerektiğini gösterir.
Ağrı beyin tarafından tehlikeye dayalı olarak verilen bir cevaptır. Tehlike ile ilgili bir mesaj ile karşılaşıldığında beyin bu bilgiyi dikkatle inceler. Eğer gerçekten tehlike olduğuna karar verirse vücudu korumak için ağrı üretilir, gerçek bir tehlike olmadığına karar verilirse ağrı üretilmez.
Kronik ağrı, doku iyileşme süreci sonlandığında veya dokunun tam anlamıyla iyileşmesinde bir eksiklik olduğunda devam eden ağrı olarak tanımlanır.
IASP, kronik ağrıyı belirgin biyolojik bir anlamı olmaksızın normal doku iyileşme sürecinin ötesinde devam eden, 3 aydan uzun süren ağrı olarak tanımlar. Yaralanmanın akut ve subakut fazında ağrı ve doku hasarı miktarı arasında ilişki olmasına rağmen kronik faza doğru ilerlendiğinde doku iyileşmesinin tamamlanmasına rağmen ağrı hissedilmeye devam edilebilmektedir. Hastanın hastalık durumu, tedavi süreci ile ilgili korkuları ve kaçınma davranışı, katastrofizasyon duyusu, uygun olmayan inanışları ve hastaya ait psikososyal faktörler kronik ağrı gelişimi ile ilişkilidir.
1) Korku-kaçınma modeli: Korku, fark edilen tehlike tarafından uyarılmış, acı veren negatif duyu olarak tanımlanmıştır.
Literatürde ağrının korkusu, ağrının kendisinden daha kötüdür şeklinde bir tanımlama yapılmıştır. Genel popülasyonda korku, hareket ve egzersizin ağrıyı ve doku hasarını artıracağı inanışı ile ilişkilidir. Hastalar tanılarındaki belirsizlikler, iyileşmeye kadar olan yaralanma sürecinin ne kadar devam edeceği ile ilgili belirsizlikler, eski fonksiyonlarına geri dönüş sürecinin ne kadar zaman alacağı konusundaki belirsizlikler ile mücadele ederler. Bu belirsizlikler de korkunun artmasına neden olur.
Korku-kaçınma modeline göre; yaralanmadan ve ağrı deneyiminden sonra hastanın izleyeceği iki farklı yol vardır. Birincisi hastanın korku, negatif etkilenim gibi duyumlar hissedip kaçınma davranışı sergilemesi ve sonuç olarak yeti yitimi gelişimine neden olmasıdır. İkinci yol ise hastanın korku duyumu yaşamadan hastalığa meydan okuyarak doğru tedavi ile iyileşme sürecine girmesidir.
2) Felaket düşüncesi (Katastrofizasyon): Felaket düşüncesi, olası en kötü sonucun dışında başka bir şeyi öngörmedeki yetersizlik, rahatsız edici olduğunda dayanılmaz ve çekilmez bir durum olarak tanımlanabilir. Felaket düşüncesi kronik ağrı ile sıklıkla ilişkilendirilmektedir.
3)Uygun olmayan inanışlar: Hastaların normal harekete, egzersiz ve rehabilitasyona katılımlarının sağlanması için uygun olmayan inanışlarının değişmesi gerekir.
Ağrılı hastada bozulan inanışlar şunlardır;
• Ağrının her zaman kötü olduğuna dair inanış
• Normal aktivite, hareket ve tedavi ile uğraşmadan önce ağrı sonlanmış olmalı inancı
• Pasif tedavilerin çözüm olabileceği inanışı
• Aktivite ile ağrının ve doku hasarının artacağı inanışı
• İşin potansiyel olarak kendisine zararlı olduğu düşüncesi
4)Hastaya ait psikososyal faktörler: Davranışlar, iş durumu, kompansasyon durumları, duygular, teşhis ve tedavi, aile.