“Hayatındaki iniş ve çıkışları engelleyemezsin ama arasında akabilirsin.” Satchidananda
Bu cümle gibi bugün biraz içimdeki ruh halimin içinde akacağım.
Kendimi dinlediğim, eğitim sürecine adadığım ve yakınımdakilerle elimden geldiğince iletişim kurduğum tek başına dünyamdayım… Tek başınalığım, etrafımda birçok sevenim olduğunun farkındalığı içinde yaptığım bilinçli bir seçim. Bugün çok eski bir dost ile telefonda konuşurken, beni etkileyen bir cümle kullandı. “Tek başına insan, kendini seven insandır.” Evet, eğer kendi kendimizle dost olabiliyor ve tek başınalığımız içinde paylaşımlar ile çoğalabiliyorsak ne mutlu bize.
Geçenlerde yoga yaparken şöyle bir his belirdi içimde. “Benim beden dediğim sınırım hava ile karışıyor, benim beden dediğim sınırım yerle karışıyor.” Ve adeta mesela savasana pozunda beden ve yerin sınırı öyle bir iç içe giriyor ki aradaki sınır çok geçişken ve değişken bir şekilde birbirine karışıyor. O sınırsızlık ve boşluk ihtimalini çok derinden hissettim. O hissettiğimi ise sonrasında tanımlamaya ve anlamaya çalışıyor bugünkü zihnim…Her şey bir titreşimden oluşuyor. Hatta geçenlerde bir yogini arkadaşım 2010 yılında yapılan ama benim yeni haberdar olduğum bir araştırmayı gönderdi. Güneş titreşimlerinin sesi… Özellikle ben ilkinde bariz
“AUM” mantrasını duyuyorum. Varoluşun titreşimi ve sesi.
Hüznüm var içimde. Doğru kelimeler ve cümleler ile tam olarak nasıl ifade edebilirim bilmiyorum. Hocam Godfrey geliyor böyle zamanlarda aklıma. “Elimde değil olayları anlıyorum, görüyorum ve çok derin bir üzüntü çekiyorum.” demiştim. Ve o da şöyle bilgece bir cevap vermişti: “Daha fazla üzüntü çekmiyorsun, sadece zaten var olan üzüntünün farkına varıyorsun”. Bu tek bir cümle benim için yeterliydi ve üzüntümün içinde rahatladım. Üzüntümün içine teslim oldum. Böyle yaşıyorum bugünlerde. Kalıyorum.
Modern dünyada bir sürü kaçış yöntemi var acıdan. Ve kaçtıkça o acı ızdıraba dönüşüyor. Hep su yüzeyine vurma isteği ile. Hatta yoganın dahi bir kaçış yöntemi olduğunu düşünüyorum kimi zaman. Eğer kişi hazır değilse ne yapsın onu da düşünmek lazım o başka mesele. Uyuşturucu, ilaçlar, alkol, hipnoz etkisi yapan televizyon…Geçenlerde bir yogini ile aramda şöyle bir konuşma geçti. “Niye yoga yaparken belli bir tarzı daha çok seviyorsun?” diye sordum. Bana verdiği cevap: “Çünkü hiç durma yok, fiziksel olarak hep hareket ediyor, durup düşünecek ve bakacak, hissedecek vaktim olmuyor”. Ya da ben böyle algıladım. Peki yoga da acaba bir kaçış olabilir mi kimi zaman? Sizce ?
Nasıl ki yoga matımız kendimizi tüm katmaları ile, fiziksel bedenimizi, duygusal bedenimizi ve düşünsel bedenimizi tüm çıplaklığı ile deneyimlediğimiz bir laboratuvar, yazı yazmak da benim için böyle bir deneyim çoğu zaman. Bir ayna kendime tuttuğum. İçimi döktüğüm. Ve bugünkü yazım böyle bir ruh halinden çıkıyor. Nasıl ki yoga matının üstünde gerginliğimiz bir gözyaşı ile kendini akıtırsa, yazı da böyle bir arınma yolu benim için kimi kimi…
Bugünlerde küçücük bir dokunuş, anlamlı bir bakış, duyarlı bir cümle gözümden yaşların akmasına vesile oluyor.
Bugün böyle bir ruh halindeyim.
Yazımı bir hikaye ile bitireceğim. Bir müzisyen Buddha’ya sorar: “Telli çalgımın akorunu nasıl yapıcağım?” Buddha cevap verir “Ne çok sıkı, ne çok gevşek” Bu çok sevdiğim kısa hikayeyi hocam Cyndi Lee’den çok duydum.
Cevap bulmaktan ziyade, soru sormayı ve o soruların cevapsızlığı içinde kalmayı tercih ettiğim bir dönemdeyim. Ve aslında özün o soruların cevabını zihinsel olarak değil, içsel olarak bildiğine inandığım bir yerdeyim. Yaşamayı ve yaşayarak deneyimlemeyi tercih ettiğim bir dönem. Tıpkı yoga matının üstünde olduğu gibi…
Sevgiyle kalın.
Mey
www.meyelbi.com